20 Kasım 2012 Salı

Semira Mahmelbaf - Sib (1998)

         Elma metaforu üzerinden gelişen anlatım karakterler üzerinden de sorunun geneline yönelik açıklamalar ve saptamalar getirir. Erkek ve baba figürü ne kadar yoksul ve çaresiz gösterilse de baskıcı İran rejimini ve onun 30 yıllık zorbalıklarının bireyselleşmiş halidir. Çocukların annesi ise kör ve bilgisizdir. Kültürel ve maddi yoksulluk içinde olan kadın erkekten fazla baskıcı ve dindar davranır. Bu durum aslında hem erkeğin hem de kadının nasıl bir tahakküm alanına itildiğini gösterir. Erkek tek başına baskı kurma ve egemenlik sağlama çabasına girişmez. Onu iktidar olmaya yönelten ve bu sorumluluğu omuzlarına yükleyen kadının erkekten iktidar olması isteğidir. Filmde de açıkça bu ifade edilmiştir. Baba çocuklarını dışarı çıkarmak istediğinde anne buna engel olur daha baskıcı ve engelleyici davranan erkekten ziyade kadındır. Erkek ile kadın arasında gelişen bu karşılıklı egemenlik savaşı iki tarafı da birbirine bağımlı hale getirse de yönetmenin soruna karşı geliştirdiği tepki ve filmde kullandığı anlatım sorunun önemine vurgu yapmak için yetersizdir.

18 Kasım 2012 Pazar

Yorulmak

              Bundan tam dört sene önce evlendiğini söylediğinde kahveme bir şeker daha attım. Boş gözlerle etrafına bakkındıktan sonra bana döndü. Ne istiyorum biliyor musun diye sordu. Başımı salladım. Seninle sevişmek. Derken bakınmaya başladım boş gözlerle. Kafamı kaşıyordum ki ellimden tuttu. Biraz daha renkli giyenmem gerektiğini, böylesinin bana daha yakışacağını söyledi. Aldırmadım. Cebimden bir kibrit ve sigara çıkarttım, verdim ateşe. Ona doğru uzattım, kabul etmedi. Çocuk doğduğundan beri kullanmadığını söyledi. Bir gerçeği daha öğrendim. Kafamı yukarı doğru kaldırıp derin bir nefes aldım. Güldü. Bana senden bahset dedi. İmdadıma yan masadaki kızın telefonu yetişti. O kadar sesli konuşuyordu ki susup beklememiz gerekti. Terlemeye başladım. Cansıkıntısının beni ne işlere soktuğunu düşünüp kendime kızdım. Yapacak bir şey de yoktu.  Şimdi benden bir kaç cümle bekliyordu, kararsızlıkla lafa girmeyi denedim. Neyseki işlerin iyi gittiğini, kafamın rahat olduğunu söyleyebildim. Tatmin olmamış gibiydi, uzun bakışlarını devam ettirdi. Ellerimi yüzümde ovuşturdum. Düşünüyorum da sanki her zaman dönüp dolaşıp aynı yere geliyorum. Donuk surat gelip beni her akşam üstü yine buluyor. Telaşa sadece iki gün katlanabiliyorum. Kendime geldiğim günler yorulduğumu anladığım anlar oluyor. Yorulmak. Bindiği oluyor sırtıma kendimi bilmediğim günlerin ağırlığı. Sadece geçirmem gereken zamana yeni anlar sığdırmaya çalışırken buluyorum kendimi. Düşünürken bunları toparlıyor sandalyeye asılı çantasını, bir yandan elbisesini düzeltiyor ve kalkmaya hazırlanıyor. Anlayamasam da yüzündeki ifadeyi  gitmek istediğini çıkartıyorum. Başımı yana çevirip kapıdan çıkışını izliyorum. Ardından parasını ödeyip kahvenin evin yolunu tutuyorum.

2 Kasım 2012 Cuma

Tepede bir ev

           Her gün bir yerlere gitmeyi düşünüyor ve her gün kalakalmışlığa biraz daha daldığından, mutluluk isteği onu daha az yönetir duruma geliyordu. Kalacağı yere geleli bir hafta olmuştu ve yokluğunu hissettiği huzuru burada da bulamamıştı. Yine de içinde belirsiz bir eksiklik duygusu vardı ve belli belirsiz beklediği şey buydu. Bir akşam, onu ilk gelişinde ağırladıkları bahçedeki tahta taburelerden birine oturuverdi. Hava kararmaya yakındı.  Evin sahibi olan yaşlı kadın sobaya birkaç odun verip tekrar içeriye geçti. Yüzünde her zaman telaşlı bir ifade vardı ama pek anlatmazdı. Kimsenin bundan şikayetçi olduğu da söylenemezdi. İçeri gittiğini gördüğünde kendini daha rahat hissetmişti, ceplerini yoklayıp bir kibrit çıkardı. Uzun uğraşlarla yaktığı sigarasını ağzına götürdü. Temmuz ayı olmasına karşın yaz ayı oldukça rüzgarlı geçiyordu. Kestirememişti bu kadar soğuk olabileceğini, şehirden epey uzak, dağlık bir yerdi burası. Yaşlı kadının verdiği eski bir hırka olmasa dışarı da çıkılmazdı akşamları. Üzerine pek yakışmayan, kahverengi, biraz da küçük gelmişti ama aldırmadı. Az önce yaktığı sigarasından bir nefes daha aldı. Ortalıkta kimseler gözükmüyordu, zaten geldiğinden beri pek birine rastladığı da söylenemezdi. Evinde kaldığı yaşlı çiftten başka bir kaç insan belki görmüştü. Terkedilmiş evlerin dışında sayısı onu geçmeyecek kadar hane vardı burada, ortada bir meydan, az ötede de mezarlık bulunmaktaydı. Küçük insanların inşaa ettikleri minimal bir yaşam görüntüsündeydi. Şehirde olsa, insanların kovalamacayla dolu kaçınılmaz döngünün onları yok ettiğini, buradaki insanların ise içinde bulundukları bu küçük yapının yaşamak adına kaçılabilecek son yer olduğunu düşünürdü. Aslına bakılırsa durumun o kadar da kolay anlaşılır bir yanı olmadığını anlayabiliyordu. Sabah yakılan ilk ateşle bacalardan çıkan dumanın zamanı diğer sabahlarınkinden ne biraz geç, ne de biraz erkendi. Gün içerisinde gerçekleşen tüm eylemlerle birlikte varolmuş bu düzen, bozulmayacak bir biçimde kendini tekrarlayacak olan yarınlara aktarılıyordu.  Kaçınılmaz son ise, insan tanımının geçeceği her koşulda -farklı yer ve zamanda- varolmanin dayanilmaz 'agirligi' ,etkisini  tüm çıplaklığıyla hissettirecekti. 
              Rüzgar geldiğinden beri etkisini hiç kaybetmedi. Şu anda o kadar etkiliydi ki ağaçlar ayaklanacak gibiydi. Çıkardıkları hışırtının her zaman huzur verdiği söylenirdi. Fakat burada sert rüzgar, evin etrafında amansızca kükrüyordu. Başını aşağıya doğru eğdi ve gözlerini kıstı, kendini yorgun hissediyordu. Ayaklarının dibinde bir solucan olduğunu farketti. Kımıldamadı.  Solucan o kadar ağır hareket ediyordu ki belki de sadece uzayıp kısalıyordu.